30 Kasım 2009 Pazartesi

Bağlamayla Aşk Edilen Beatles Tandansı

Bağlama çalan bir dost edinip, sitarla çalınan kısımları ona paslayıp,alacam elime gitarı , hea bi de az biraz müzük kulağı olan birine de tef ya da zil verip, sabahlara kadar bu şarkıyı çalıp söyleyecem. Sitarlı kısımların bağlamaya dönecek olmasından dolayı o gecenin Yeni Rakı'nın sponsorluğunda gerçekleşmesi kaçınılmaz tabi...

27 Kasım 2009 Cuma

!!UçurtmanınKuyruğu!!

sevgili blog okuru konuyu görüp sanma ki inanılmaz bir tiyatro izleyicisiyim=)arada bir entellektüellik damarım tutar(o da neyse=)) tuttururum "gidiceeem tiyatroya gidiceeem diye"=)

aslında çok severim o sahnenin kokusunu,uzansam elini tutabileceğim mesafede insanların emek emek hazılandıkları bir oyunu sergiliyor olmasını,heran bir hata yapabilecek olma,sözlerini unutabilecek olma ihtimallerini..(genelde öle olmaz ama=))sinemaya gitmek daha kolay geliyor ama nedense insana..alışkanlık meselesi sanırım..neyse geçenlerde (bu sefer) abimin "tiyatroya mı gitsek" dürtmesiyle (sadece yazarın savaş dinçel olmasını referans alarak) ankara tiyatro festivali için çayyolu sahnesinde oynayacak olan "uçurtmanın kuyruğu" oyununa bilet aldım.giderken hepimiz yorgunduk ve açıkçası amaaaaaaaaan şurda güzel bi yemek yesek daha iyiydi triplerindeydik ama sonrası öyle olmadı,hiç öyle olmadı..gerçekten kendi adıma çok büyük bir keyif aldığımı söyleyebilirim klişe olacak belki ama hem güldüm hem duygulandım..babasının baskısı altında hayatı boyunca ezilen,yaşaması gereken çoğu şeyi belki de her şeyi ıskalamış bir yetişkinin kendi benliğini bulmasını,kendisiyle yüzleşmesini anlatıyordu oyun..uzun zamandır izlediğim en güzel şeydi(film,tiyatro,klip vs=))belki bizi istanbulda okuyan birileri vardır ve bu sözlerimi okuyup gitmek isterler..şiddetle tavsiye ediyorumm vee oyundan bi parçayla sözlerime son veriyorum=)


"uçurtmamın ipini iyice saldım. çok yukarılarda nazlı nazlı sallanıyordu. kuyruğuna yapışmış olan ben, aşağıda ipin ucundaki kendimi neredeyse göremeyecek kadar yüksekteydim. aşağıdan uçurtmayı idare ediyor, yukarıda ise kuyruk sefası yapıyordum. evler altımdan hiç oynamadığım tahta oyuncak şehirler gibi geçip gidiyor. aşağıdan kendime bağırıyorum: “gördüklerini bana anlatacaksın değil mi?” uçurtmanın kuyruğuna sıkı sıkı yapışmış ellerimden birini bırakıp aşağıdaki kendime nanik yapıyorum. aşağıdan bana kızıyorum, ama gene de seviniyorum. ip çok uzun. şehrin bu yakasındaki tepenin üstünden denizi geçiyorum. aşağıda vapurlar birer oyuncak gibi. sanki elimi uzatsam birini tutup cebime koyacağım, akşama evde leğene su doldurup oynayacağım onunla. bahçeler var şimdi aşağıda. kendime sesleniyorum aşağıya, biraz alçaltsın beni diye. “neden?” diye soruyor. sesi sanki yanımdaymış gibi. kulağına fısıldıyorum: “sonra anlatırım. sen alçalt.” yumuşak bir biçimde büyük bahçenin ortasındaki beyaz bir köşkün damına doğru alçalıyorum. damdan smokin giymiş bir kuş havalanıyor, yanımdan geçerken “hoş geldiniz” diyor. “bacadan… bacadan gireceksiniz.” tam bacanın yanına konuyoruz. baca bana hiç yabancı gelmiyor. sanki daha önce buraya leylekle gelmişim gibi bir duyguya kapılıyorum. hemen unutuyorum o duyguyu. uçurtmaya beni beklemesini söyleyip, bacaya giriyorum. baca şaşılacak denli geniş. döner bir merdivenle aşağıya iniliyor. duvarlarda beş yaşındaki büyük ressamların yaptığı tablolar var. aşağıdan çok güzel bir müzik sesi geliyor. bir şöminenin içine iniyor merdiven. şömine çok geniş bir salona açılıyor. çok fazla kalabalık değil salondaki insanlar. herkes gülüyor. duvarda kocaman bir yazı var: “yaramazlık yaparken kimseyi rahatsız etmeyin.” kadınlı erkekli bu insan grubunun yaş ortalaması altmış falan. kadınların bazısı gelinlik giymiş. bir tane sünnet entarili erkek var. kolları saatlerle dolu, elinde tef, orkestraya eşlik ediyor. orkestra elemanlarının en yaşlısı altı yaşında. akordeon, keman, trompet, klarnet ve bateriden meydana gelmiş bu orkestra. baterist daha dokuz aylık, annesinin kucağında çalıyor davulları, ama müthiş sololar çekiyor. orkestranın yanında büyük bir turşucu dükkanı, önünde bir simitçi. aralarına karışmak istiyorum. sünnet entarili olan beni görüyor, yanıma gelip hokkabazlık diplomamı soruyor. ben “yok” deyince, “o zaman şimdi gidin uçurtmanıza, gezintinize devam edin. bir gün gene gelirsiniz.” diye beni dama kadar yolcu ediyor. uçurtmam aynı bıraktığım yerde. kuyruğunu sallayıp “hadi” diyorum. yavaş yavaş yükselirken sünen entarili adam tefiyle arkamdan tempo tutuyor. altımda bahçeler, küçük vapurlar, kutu kutu evler ve ipin ucundaki kendimi seyrederek, süzüle süzüle aşağı inip, gene kendi cebime giriyorum. “neler gördün? anlat” diye soruyor bana. anlatamıyorum."

26 Kasım 2009 Perşembe

Sıcak Ayak


Malum havalar soğudu, özellikle benim gibi Ankara’nın Doğu Anadolu Bölgesi kontenjanından dolayı sahip olduğu bir semtinde oturuyorsanız, bunu zaten Ekim’den beri fazlasıyla hissediyorsunuz demektir. Domuz gribi aşısı, açılım(çoğul eki) vb… ile gündemi bolca oyalayan kan emicilerinde, çaktırmadan doğalgaza yeniden yeniden(sonsuzluk işareti) zam geçirip ardından metro altına “Bu zamlarda melihcan vallahi suçsuz Ankaralı, sen eleştirmeye falan kalkma evinde göndereceğimiz makarnanı bekle” pankartları asmasını endişe içinde bekliyorsunuzdur. Bir de benim gibi bünyesinin tüm soğuk algısını tek bir uzvuna yönelten insanlardansanız, soğuk hakikaten çekilmez bir çile oluyor. Demek istediğim hani arkadaş muhabbetlerinde övünürcesine, vücudunun en çok üşüyen bölgesini “Ayy benim ellerim çok üşür!”,”Vayy benim burnum çok üşür!” şeklinde cevvalce dile getiren insanlar vardır ya, işte ben “Lan benim ayağım çok üşür” modeliyim bunların. Bir soğuk muhabbetinde ayaklarımın çok üşüdüğünü belirtmezsem, ekseriyetle 2 gün uykusuzluk çekerim. Hatta muhabbet keyifli gibiyse “Ayağı, götü, başı sıcak tutacaksın hacı!” diyip “Ehi ehi” diye pis pis güldüğümde çokça vakidir. İşte bu nedenle artık evin içinde çift çorap giyerek dolaşmanın, zeminde oluşan soğuk hava akımından bu kış ayaklarımı korumayacağımı varsayarak kendime patik hatta şu hacı dedelerin giydiği deri ayakkabımsı şeyden almaya karar verdim. Daha sonra o deri ayakkabımsı şeyi satın alabilmek için “ Hacca gitmiş olduğuna dair bir belge mi istiyorlar?” acep şüphesiyle araştırmaya korktum ve genç olduğum aklıma geldi. E madem gençtim o halde niçin peluş hayvanlı terliklerden almıyordum da; derimsi şey, patik gibi klasik tercihlerin peşinde koşuyordum? Ahanda bu düşünce sardı tüm benliğimi aklıma girdiği anda. Hem artık ayaklarım hiç üşümeyecekti hem de bir köpek bir kaplan figürüyle oldukça şık bir hale bürünecekti. Dün Emek’de bir alacağım olmasını fırsat bilerek işimi hallettikten sonra normal şartlarda hiç hazzetmediğim 7. Cadde’ye seke seke gittim ve sıtarbaksın karşısındaki ayakkabıcının dışında ki peluşlarla göz göze geldim. Orda konserve marka ayakkabılara benzeyen tasarımdaki takımlı terlikleri görünce Galatasaraylısı olup olmadığını kontrol ettim, göremedim ve satıcı kişisine en son çocukken anahtarlık alırken kullandığım “Abi bunun Galatasaraylısı yok mu?” kalıbını kullanmaktan çekinmedim. Aldığım hayır cevabı beni hiç yıldırmadı ve erkek için olan 2 adet köpekli modelden, leopara daha çok benzeyenini pazarlık bile yapmadan aldım.

Ve işte sevgili okur sizlere artık benimde ayaklarım sıcak, artık çorapları çifter çifter giymem gerekmiyor durumunu anlatabilmek için; kah i.melihcana salladım, kah dolaylı da olsa Galatasaray sevgimden bahsettim. Hea bu arada unutmadan söyleyeyim “Ayağı, götü, başı sıcak tutacaksın hacı!”.

21 Kasım 2009 Cumartesi

İzmaritlerle Dost Adamın Serzenişi...


Tabak büyüklüğündeki büyük kül tablamı niçin hiç kullanmadığımı hatırladım! Yere dökülünce bütün bir salonu –sigara yasağının ıstırabını çeken kıraathane önü misali- izmaritle doldurabiliyorum. Bu minvalde elektrik süpürgesi sesinden niye nefret ettiğim de hatırıma geldi! Devamlı bu boku yiyorum!!! Oyy dertli başımmm!!!

16 Kasım 2009 Pazartesi

Gölge Oyunu


Son bir haftadır çeviri yapıyordum bitti, yarına redaksiyon işi kaldı sadece, bu yüzden bi rahatlama içine girdim. Dedim ödül ver kendine çekirge ; tv mi istiyorsun, bilgisayardan dizi-film bir şey mi, eline bir şeyler alıp okumak mı,nedir isteğin nedir derdin? Cevap vermekte nazlandı bünyem bu ısrarlı sorularım karşısında ve hiçbir şey istemediğini beyan etti. Ezelden beri ısrarla yaptığım boşluğa düşünce buzdolabı kapağını açıp ,manasız manasız içine bakmanın enfes bir fikir olduğuna karar verdim sonrasında. Mutfağa girdim ve yere yansıyan gölgemle kesişmeye başladım. Arkadaşın bel kısmında bana ait olmayan bir çıkıntı sezdim. Elimi attım ancak bir şey bulamadım. Biraz kıpırdayınca ışığın açısı nedeniyle kaybolmasından mütevellit hazır ol vaziyette uzun uzun gölgeme bakarak şekli anlamlandırmaya çalıştım ancak muvaffak olamadım. Yaklaşık bir 2 dakika kadar gölgeme baktım baktıııım baktıııımm… Gölge oyunu, temaşa sanatı gibi çıkarımlar yaparken hepimizin nasıl kuklalar haline dönüştüğümüz, ipler acep kimin elinde, amanın ağlayan palyaço nasıl bir yaratıcılıktır gibi ahir ömrümde duyduğum bir dolu klişeyi dayadım dimağıma. Kendimden tiksinme sınırına ulaşınca, suratımı tokatlar içinde bırakmak istedim ve asıl problemime odaklandım. Amaan o çıkıntı neyse ne siktir et kararını verip buzdolabına yönelecekken son bir hareketle elimi belimin arkasına attım ve yoğurt kapağından söküp, sigaradaki ölümcül mesajları sansürlemek için kullandığım “Önerilen fiyat 1,60 TL-500g” stickerına ulaştım. Lan dedim hayat ne yapıyorsun sen bu adama, az önce biraz gölgesine bakıp hülyalara dalan herifin üstünde 500gramının 1,60Lira olduğunu yazan sticker bulup iyice mallaşmasından ne keyif alıyorsun? Hemen bir hesap yapayım dedim eğer yarım kilom bu paraysa tamamım ne kadar ediyor diye ama matematikle olan müthiş arkadaşlığımız yüzünden 10 saniyede tüm beyin devrelerimi yaktım. Dedim sürümden kazanırım küsüratı siktir edip direk 1,50dan hesaplayayım ama onu da beceremedim. Şu an bu yazıyı yazarken , içinde bulunduğum bu saçma salak ruh halinden ötürü ,sağ elimle yazıp sol elimle saçımı okşuyorum. Acımayın bana ben hepsini tek paket halinde hallediyorum…

11 Kasım 2009 Çarşamba

Once

Bakın bir genelleme yapayım, Türk insanı müzikallerden hoşlanmaz (Lüküs Hayat muazzam bir istisnadır, dikkate alınmasın). Bu minvalde müzik temelli filmlerde çok sevilmez (80lere damgasını vuran arabeskçi filmleri, darbe sonrası şaşkınlıktır-dikkate alınmasın). Parantez içlerindekiler genelleme yapma isteğimi aldı götürdü. Bu yüzden girişteki “Türk insanı” öznesini “ben” haline , yüklemin ardındaki üçüncü çoğul şahıs ekini de birinci tekile dönüştürüp yazıya kaldığım yerden devam ediyorum.Amacım bir sürü bir sürü övgüyü emrine amade edeceğim Once isimli filmle ilgili bir iki kelam edebilmek.Böyle bir filmin varlığından msn üstünden bir şarkı alışverişi esnasında,filmin soundtrack albümünden sepetime düşen bir şarkı sayesinde haberdar oldum.Şarkının öylesine hastası oldum ki , onun gibi daha çoklarının sahibi olma hissi sardı her yanımı.Albümü indirdim , bol bol hülyalara dalarak esiri olunan zaman esnasında , yanında OST yazdığını gördüm.Lan dedim ne oluyor, tüm bu leziz şeylerin kullanıldığı bir film mi var? Öyle bir film nasıl bir şahanelik olabilir? İzledim ve gerçekten çok sevdim. Meğer film bu şahaneliklerin merkezi oluşturduğu ama bunu yaparken hiç absürtleşmeyen, tüm olaylar kurgu dahi olsa çok gerçekmiş hissi veren , abartılı hiçbir şeyin olmadığı, böyle bir projede kolaylıkla uzun bir klip izliyor gibi bir hissiyata kapılma riski varken, bu ihtimalin yakınından bile geçmeyen ,buradan bağıra bağıra herkese tavsiye edeceğim bir film olmuş. Esas oğlan Glen Hansard, esas kız ise Türk sinemasında olsa sadece allı pullu güzel bir hatunun şarkı söyleme sahnesinde ,o muazzam sesiyle arkadan playback yapan kişi olabilecek kadar gösterişsiz ama sempatik hatun Marketa Irglova. Aslına bakılırsa müzisyen/oyuncuları lanse etmek gereksiz oldu çünkü esas oğlan da, kız da şarkılar.

Yazıya genel olarak bi baktım ne çok şahane,muhteşem,güzel vb… kullanmışım.Çok mu abarttım acaba filmin gazına gelip? Yok lan kararında oldu filmin bende yarattığı etkiye oranla. Hadi daha az iddialı bir tavsiye cümlesiyle bitireyim yazıyı, yoksa sonunu getiremiyorum, övdükçe övesim geliyor, daşşanı yerim böyle filmin gibi amacından sapan övgülere girecem diye korkuyorum. Güzel işte film,izleyin!

9 Kasım 2009 Pazartesi

Pelesenk

Ağza şarkı takılır ya da söylemesi daha zevkli modeliyle dile pelesenk olur ya , bence bu şarkı insanın yaşam kalitesini belirleyen oldukça mühim bir unsur.Bu mekanizma diğer insanlarda sanıyorum günlük çalışıyor ancak benim için haftalık,aylık hatta mevsimlik işlemekte.Öncelikle şunu sormak istiyorum ,niçin insanın ağzına Fear of the Dark takılmaz da Hande Yener’in Ayrılığım Seni Yakmadı mıı? isimli güzide şarkısı takılır? Çünkü beynimiz küçük bir orospudur. Tamam öyledir ama bu açıklama çok kolaya kaçmak oldu sanki. Efendim bu beyin değil midir ki ; hiç işine yaramayacak tonla şey öğrenirken,ertesi gün vizen olduğunda iki paragraf bilgiyi öğrenmeyi reddeden? Bu şeref yoksunu değil midir bütün gün seni esnete esnete fıldır fıldır uyuyacak yer aramaya zorlarken, akşam evine geldiğinde gözlerine çakmak çakmak (bu cümlede göz önüne serdiğim gibi ikilemelerin hastasıyım) olma emri yollayarak gecenin körüne kadar uyutmayan ve ertesi gün yeniden uykusuzluk çekmeni sağlayan?E o zaman tabi ki ağzına takılacak bir şarkı olacaksa o Ayrılığım seni yakmadı mıı? olacak.

Efendim benim yaklaşık iki aydır ağzımda iki adet Allahın belası şarkı dolanmakta. İlki Rafet El Roman isimli gurbetçi kökenli, hayatımıza iğrenç şarkı söyleme vurgularıyla dahil olmuş kişinin Şuuuuuuuuuuu isimli ömür törpüsü şarkısı. Hiç netten sözlerini bulup bilmediğim kısımlarını öğrenmeye niyetim yok ancak aklıma takılan ve bir döngü halinde devamlı söylediğim kısımları siz sevgili gönül dostu okurlarla paylaşıp, melodisini bilenler için bir günü zehir edebilirsem ne mutlu bana:

Şuuu hayatta neler oluyor,

Şuuu hayatta neler bitiyor,

Herkesin bir zevki(dengi) varmış,

Kadın erkek paylaşılmış,

Hayat dopdolu mucizelerle,

Eğer sende seviyorsan,

Sende kalbinde yer aç sevgiyeeee!!

Şuuu…(sürer gider)

Ve diğer hayata küstüren şey,aslında şarkı bile değil ,reklam cingılı (cingıl cingıl jingle değil cingıl,söylemesi nası keyifli imiş ve ben bunca sene nasıl fark etmemişim). Artık bedbahtlığımın boyutunu varın siz düşünün sevgili okurlar. Hoş Rafet’inki de şarkı sayılmazdı ama bunun söyleyeni bile belli değil, küfür edecek mecra bulmakta zorlanıyorum.İşte siz sevgili okurlarım için geliyor:

Of çay ,of çay demle bi tanem ,

Çay görsün çay cümle alem!

Sadece iki satılarla günlerimi, aylarımı nasıl zehir edebiliyor bilmiyorum ama bu konuda çok başarılı.

Sevgili okurlar bu iki şarkıyı üst üste buraya yazıp umarım sizler içinde hayatı bir nebze çekilmez hale getirebilmişimdir. Ben aylardır bunlarla yaşıyorum iki günde siz çekin arkadaşım ,nedir yani?

5 Kasım 2009 Perşembe

SevgiliGünlük..

ilkokuldan beri(elif oya'nın güncesini okuduğumdan beri sanırım=))hep bi günlük tutma arzum vardır..ama hep yarım kalır 2 gün yazılır 3. gün yazılacak olanlar anne baba okur korkusuyla,üşenip yerinden kalkamamayla içte bırakılır..günlük 2 sayfa yazılmış bir şekilde dolap bekler.en az 5 kere gıcır gıcır bir defteri mahvetmişimdir=)bugünlerde bi yazma aşkındayım bunda blogdaşım zen efendinin=) payı çok büyük hatta en büyük..verdiği üstün gazlarla gidip kendime defter bile aldım..günlük değil belki ama hep kafamda kurduğum(sonra zaman aşımına uğrayan)şeyleri yazmam için artık doğru zamandır bence=)bak sevgili okuyucu sen şahitsin bi kitabım çıkarsa en başta "zen efendi"ye itaf edicem=)sözüm söz..

3 Kasım 2009 Salı

Das Kapital


Manga versiyonu mu okusak?

İki Dil Bir Bavul


Hani “sımsıcak bir x,içinizi ısıtacak” türünden klişe bir önereme vardır ya ,bu belgesel/film için yapılabilecek en kısa ve öz tanım bu oluyor galiba.Belgesel olması her şeyin daha da yüzümüze yüzümüze vurulmasına sebebiyet veren bir etmen.Hani konuşmalarımızda yeri geldiğinde kulaktan dolma şekilde Doğu’da yaşamak,eğitim görmek çok zor deriz ya ,işte bu film kulaktan dolma bilgiyi somutlaştırmış.Emre Öğretmen ne diyor: “Ben bir şey beklemiyordum ama burada hiçbir şey yok”.Açılım diyerek rant sağlayıp politika yapanların gözüne sokulması gereken bir film.Evde küçük kardeşe bakabilecek kimse olmadığı için okula gidemeyen çocukları görüyorsunuz,patlak topla nasıl keyifli maç yapılabildiğini,taşın ne kadar önemli bir “oyuncak” olduğunu,mağaradan bozma evlerde yaşamayı,globalleşen dünyada çok önemli bir etiket olan vizyonun ,oralarda yetişen bir birey için ne kadar edinilmesi imkansız bir sözcük olduğunu ve Zilkif Yıldırım’ın nasıl içinize sokmak isteyebileceğiniz türden bir çocuk olduğunu görüyorsunuz.Filmi izleyip sağa sola karşı ahlak bekçiliğine girişmiş değilim,bunlar birincil derece kendime yönelttiğim gerçekler.

Hani Into the Wild izleyenlerin büyük çoğunluğu , düzenden kaçıp başını alıp gitmek istiyor ya,merak ediyorum acaba bu filmi izleyip böyle bir ideal peşinde koşup oralarda öğretmenlik yapmak isteyenler olacak mıdır?Yalnız şunu çok iyi biliyorum ki idealistlik bu çevrede çok saygı gören bir araç değil.Arkandan “salak kpss’de düşük puan almış anca oraları kazanabilmiş” derler.Vallahi derler bunu…

Oha Biz Kesin Çok Büyüdük!

1 Kasım 2009 Pazar

Benim Ne İşim Var İstanbul'da?

Ben niye İstanbul’dayım ,benim ne işim var yahu burada?Hastayım ayağına ailenin kataküllisine gelip yerimi yurdumu,Orta Anadolumu,bozkırımı,Angaramı niçün terk ettim ben? Ankara’da da çok bir meşguliyetim yoktu resmi olarak ama sanki sürekli bir şeylerden eksik kalıyorum gibi hissetmeye başladım.Adam Fewer ODTU’ye geliyormuş,sanki can hıraş ona gidecekmişim gibi sadece burada olmamdan dolayı tüh kaçırdım diye hayıflanıyorum.Burada olayın kralı Tüyap’ı tu kaka ediyorum.Zaten Yenibosna mı Hell in Bosna mı ne idüğü belirsiz bir yerde kalıyorum,hastayım diye dışarı da çıkamıyorum,yeminle polisten kaçıyorum diye buraya kapatıldım gibi hissetmeye başladım.Nasıl bir semtse burası ,köşe başları 3-4 delüannı cevval gençli gruplara sahip sürekli.Sıhhıye/Sincan kırması bir yer lan burası.Ben gül gibi Ankara’yı bırakıp nerelere geldim böyle yahu?Bari yarın bi çıkayım dolaşayım İstiklal falan bu son derece absürt olayı kısmen lehime çevireyim.

Bu arada sevgili blog okuru bugün 1 adet sigara içtim dayanamayarak ve ilk sigara içişimdeki tadı aldım.Başım falan döndü. Keyifte almadım açıkçası.Bırakacağımı çok sanmıyorum ama sanki azaltacam gibi bi hissiyat var içimde.Bu arada Ntv Tarih dergisi meğer ne muazzam bir şeymiş böyle.Bilgi depoluyorsun her sayfada.Fazla fazla bilgi.Elimde Kasım sayısı var ve Bolşevik Devrimi ile ilgili önceden bilmediğim muazzam detaylara ve sonuçlara vakıf oldum.

Madem eve kapatıldım bari yarın ilk çıkışımda canım sucuk ekmek çeksinde iyice tam olayım.Son kez sorup yazıyı bitiriyorum:”Benim ne işim var İstanbul’da lan?”

Bunlarda Var:

Related Posts with Thumbnails